Mülkiyetsizlik, Mutluluk mu?
'70'li yıllar halkın paylaşım anıları açısından efsane bir dönemdir. Bu dönemin büyük halk kitlesine baktığımızda temel yaşam standardının - durumunun "mülkiyetsizlik" olduğunu görürüz. Halkın büyük kısmı ev sahibi değil, yazlığı yok, köydeki arazileri ailenin ortak toprağı... Yoksulluktan değil, olmamasından kaynaklı sahip olmama durumu da var. Gümrük engeli. Almanya'da çalışan komşunun getirdiği elektronik eşyalar ise zihin açıcı bir işlev görüyordu. Sokakta bir iki evde TV, yine bir kaç evde telefon ve aynı zamanda yine bir iki kişinin otomobili var. (70'ler öncesi köyden kente göç dönemi. Yani köydeki dar mülkiyet kavramından kurtulup işçi, çalışan olma ruhuna yönelme dönemiydi).
Peki, bu mülkiyetsizlik içinde ne var?
Mülkiyetsizlikten kaynaklı mı bilmiyorum ama insanların eşya yerine birbirleri ile olan ilişkilerinin ilgi seviyesi çok yüksek. Gecenin üçünde komşudan ekmek isteme özgürlüğü, gelen misafiri komşuda yatırma serbestliği, komşuların okuldan gelen çocuklarını birinin hiç üşenmeden karınlarını doyurup evlerine yollama sorumluluğu, parası olmayan komşuya para toplayıp işini görmesini sağlama keyfi, ülkenin bir ucundaki asker arkadaşının ya da yıllardır görmediği bir eski arkadaşının çocuğunun üniversite okurken kendi evinde kendi çocuğu gibi bakıp okutma yüceliği... Saymakla bitmiyor.
Ancak mülkiyet ile eşya sahipliğinde ne zaman zenginleşmeye başlandı (ki 12 Eylül sonrası özellikle Özal zamanıdır), işte o zaman insanlar birbirlerine kapılarını kapamaya başladılar. Sitelerde yaşamaya başladı insanlar ve aralarına mesafe koydular. Sokaklarda park edilen otomobiller çoğaldıkça, komşunun hasta çocuğunu hastaneye götürme telaşı, yerini "çalışsın o da araba alsın" söylemine dönüştü.
Yıllar geçtikçe mülkiyet yaşamın her alanında giderek arttı. Her türlü eşyanın sahipliği arttıkça eşyalara bağlı olarak insanlar arasındaki fiziki ve ardından da duygusal paylaşımlar terk edilmeye başlandı.
90'lı yıllarla birlikte ebeveynler, eşya sahiplenmeyi başka farklı alanlara değişik şekillerde taşımayı sürdürdüler. Okulda çocuklar birbirlerinin candan arkadaşları değil, sınavlarda geçmesi gereken bir rakip olarak eğitildiler. Özel okullar ve vakıf üniversiteleri mülkiyetin bir başka şekli olarak çıktı karşımıza.
Mülkiyet, sahiplenme, zenginleşme insan iletişimini daha iyiye mi götürdü?
Mülkiyet üzerine kurulu bir medeni ilerleme gerçekten ilerleme mi?
Fuhuş, yolsuzluk, hırsızlık, kandırma, dolandırma, hatta tecavüz ve hatta öldürme de birer mülkiyet edinme isteği, sahip olma isteği sonucu mu arttı?
Mülkiyetsizlik adalet gibi geliyor bana. Adalet mülkün temeli mi? Sözün aslı eşyayı, sahiplenilen malı ifade etmiyor. Hz. Ömer'e ait olduğu rivayet edilen “El-‘adlü esâsü’l-mülk” sözü, aslında "düzenin-devletin aslı adalettir" diyor. Bizim çoğumuz ise adaleti malı korumakla bir sanıyoruz. Oysa hayatın aslı adalettir. Yani, mülkiyetsiz olmak... Değil mi? Mülk edinmek suç mu? Mülk edinmek tabii ki suç olamaz. Ama mülkle birlikte paylaşmayı unutmak, adaletten ve mutluluktan uzaklaşmak oldu, günümüzde... Mülkle insanın değeri ölçümeye başlandı, mülkle saygı arttı, mülkle büyüdü her şey. Unutmadan, bir yerde bir zenginleşme-artma varsa, başka bir yerde ona bağlı bir fakirleşme-eksilme mutlaka vardır.
Biz toplum olarak mülkiyetle, sanki insanlığı yitirdik. Belki de bu yüzden aslında sinematografik olarak bir değeri olmayan bazı Yeşilçam filmlerini halâ keyifle izliyoruz.